25 Ocak 2012

Su iç, çok yaşa!

Çin'de evlerine misafir olduğum ailelerin sofralarında hiç su görmedim diyebilirim. Bu insanlar bu kadar sağlıklarına özen gösteriyorken nasıl su içmezler diye düşünmüştüm. Halbuki içiyorlarmış meğerse, hem de çok!.. Sadece suyu da içilmesi gerektiği gibi içiyorlarmış o kadar.








Kendimizi kandırmayalım. Bizler su içmiyoruz. Günlük içtiğimiz o kadar çok şey var ki: çay, kola, ayran, meyve suyu, kahve... Bunların hiçbiri ama hiçbiri suyun yerini tutmuyor ve vücudun su ihtiyacını karşılamıyor. Aksine vücutu daha da susuz bırakıyor. Evet bunların içinde de su var, ama kafein gibi su tutan maddeler içerirler. Bu maddeler içinde çözündükleri suyun vücut tarafından alınmasına engel oldukları gibi vücut depolarından da ekstra su alırlar. Vücut içtiğinden daha fazla su kaybetmeye başlar. İnsanların su yerine bu içecekler içmeyi sürdürmelerinin nedenlerinden biri yüksek endorfin değerine olan bağımlılıklarıdır. Kahveye olan bağımlılık bundan dolayıdır. Susadığımız zaman su yerine hemen kola, gazoz yada başka bir şeye yöneliriz. Ne de olsa su tatsız tussuz birşey. Asitli olmadığı için boğazdan geçerken öylesine tatmin edici bir özelliği yok. Reklamlarda bile "aç bir gazoz susuzluğunu gider" diyerek halkı yanıltırlar. Herkesin sevdiği bu pazarlama içecekleri vücudun kimyasal yapısını ve merkezi sinir sisteminin kontrol mekanizmasını yıpratır. Süt bile suyun yerini tutamaz. Çünkü o bir besindir ve besin olarak alınmalıdır. Kaldı ki, Çinliler süt için "süt sadece bebekler içindir" der ve bundan da kastettiği aslında sadece anne sütüdür.








Kafein hem kahvede, hem gazlı içeceklerde, hem de çok tükettiğimiz siyah çayda mevcuttur. İdrar miktarını artırır ve içtiğiniz sıvı miktarından daha çoğunu kaybetmenize neden olur. Melatonin bizi uykuya götüren sağlıklı bir salgıdır. Vücuda "hadi artık yatma vaktin geldi" der. Kafein bunun üretilmesini engeller. Her ne kadar uyarıcı etkisine kansak da, aslında kafein öğrenme ve bellek gelişiminde önemli rol oynayan fosfodiesteraz adlı enzimin çalışmasını engeller. Çok kahve içenlerin en fazla hafıza sorunu yaşayanlar olduğuna dikkat edin. Ben bilişim dünyasından geldiğim için (yazılımcıların kahveyle ayık kalması) buna çok fazla şahit oldum diyebilirim.  Yaşlılar, çocuklar,  hamileler kafeinden uzak durmalıdırlar. Hamilelerde düşük tehlikesine bile neden olabilir. Günde 5-6 fincan kahve içenlerin kalp krizi riski çok fazladır. İçecekte var olan kafein, böbreklere giren miktardan daha fazlasının  vücuttan atılmasına neden olur. Bu da beyin hücrelerinin enerji depolarının tüketilmesine yol açar.



Yapay tatlandırıcı kullanılan içecekler şeker lezzetinde oluğu için beyni kandırır. Vücuda enerji girdi sanar. Beyin tüketilmek üzere bol şeker girdi alarmına geçer ve yanlış bir hesaplamayla karaciğere şeker depolaması emrini verir. Vücuda girdiği sanılan şeker ihbarı asılsız çıkıp da hiçir yerde şekere rastlanmayınca da, beyin ve karaciğer  bu enerji açığını kapatmak üzere açlık hissini ortaya çıkarır. Bu da çok rastlanan kilo sorunlarını ve obeziteyi doğurur. Aspartam ise beyin tümörü riskini atrıran en tehlikeli maddelerden biridir. Kafeinsiz kola, kafeinsiz kahve vb reklamlara kanmamanızı şiddetle tavsiye ederim.



Alkole gelince. Bilirsiniz bira içenler bir iki tuvalete koşarlar. Alkol idrar miktarını artırır ve dehidrasyona neden olur. Alkol beyin hücrelerini susuz bırakır. Karaciğere zarar vermesi, iktidarsızlığa yol açması, bağışıklık sistemini çökertmesi, kanser riskini artırması gibi alkolün zararlarını bir yana bırakacak olsak bile yarattığı susuzluk hissi endorfin salgısını artırır ve bu da ona karşı olan bağımlılığı ortaya çıkarır. Alkol ağrı merkezlerini ve beynin diğer tüm işlevlerini engeller. Filmlerde yaralılara alkol içirilmesinden hatırlarsınız. Beynin engeleyici merkezleri etkilenince bazı insanlar diğer insanlar önünde kendi kaybedebilir, taşkınlıklar yada duygusal patlamalar yaşayabilir. Alkol depresyona neden olur.



Meyve suları suyun yerini tutsun diye içilirse, çok fazla tüketilen meyve suyu histamin üretimini artırır ve astıma neden olabilir. Astım hastalarının asıl sorunu aslında susuzluktur. İçindeki doğal şeker bile karaciğerin yağ depolamasına neden olur.  Mide ekşimesi, eklem ağrıları, bel sorunları, migren, kolit ağrısı, vb pek çok rahatsızlık vücudun susuz kaldığına işarettir. Çok uzun süreli susuzluk ise kansere bile yol açabilir. Bazı insanlar tanıyorum, hiç ama hiç su içmezler. Kahvaltıda meyve suyu ve çay, gün içine sürekli kahve, yemeklerde kola, gazoz yada ayran içerek günü bitirirler. Bunların su içtiği tek zaman sıcak yaz günleridir. O yüzden güneşe teşekkür borçluyuz.



Susuz kalan vücut bunun sinyalini vermeye başlar. Buna rağmen buna  kulak verilmezse bu sefer her nekadar susuzluğa karşı dayanıklı olduğunu sansa da vücut kendi rezervlerinden su kullanmaya başlar ve ihtiyacı olan bölgelere su gönderir. Vücut yağ depolayıp proetin ve nişasta rezervlerini kullanmaya başlar. Çünkü bunları parçalamak yağları parçalamaktan daha kolaydır. Susuzluk artmaya devam edince de sistemin bir yada birkaçı çökme noktasına gelir ve bu çoğunlukla aniden olur. Su eksikliğinden kaynaklanan bu durum doktorlar tarafından bir hastalığın başlangıcı sanılıp ilaçla tedavi edilmeye çalışılır. 



Susuz varolabilen tek bir canlı yoktur. Bize yaşam gücü verir. DNA'ların onarımı için çalışır. Bağışıklık sisteminin merkezi olan kemik iliğini güçlendirerek kanser de dahil olmak üzere pek çok hastalığa karşı direnç sağlar. Besinlere enerji verir. Suyu olmayan kuru bir besinin vücuda hiç bir katkısı yoktur. Emilimini artırarak besinlerin rahat sindirilmesini sağlar. Hücreye oksijen verir. Atık gazları atılmaları için akciğere taşır. Zehirli atıkları da toplayarak böbreklere ve karaciğere getirir. Eklemlerdeki kayganlaştırıcı maddedir. Artirit, sırt vb ağrıların temel sebebi su eksikliğidir. Bağırsakları çalıştıran en önemli maddedir. Kalp krizine karşı koruyucudur. Damarlardaki pıhtılaşmayı önler.  Vücüdun ısıtma ve soğutma sistemi için gereklidir. Vücuttaki elektiriği taşıyan odur, bu yüzden beyin fonksiyonları ve zeka için, hafıza ve dikkat çin çok gereklidir. Stres ve depresyonu hafifletmeye yarar. Migren ve baş ağrısı için birebirdir. Cildi temizler ve yumuşatır. Gözlere parlaklık veren odur. Kilo vermeye yardımcı olur. Düzenli ve yeteri kadar su içen biri, acımasız bir diyet uygulamaya gerek kalmadan zayıflar. Kafein, alkol ve bazı ilaçlara karşı duyulan bağımlılık hissinden kurtarır.  



Vücudun çeşitli yollarla kaybettiği su ve tuzu telafi edebilmek için her gün en az 2 litre su ve yarım tatlı kaşığı tuza ihtiyacı vardır. Kilosu fazla olanlar her bir kilo için 30 mililitre su tüketmelidir. Acıktığınız her an yemek yemek sizin için zararlı olabilir ama susadığınız her an su içmek durumundasınız, tavsiye edilmese de yemek ortasında bile. Altı veya sekiz saatlik bir uykudan sonra kaybedilen ve ihtiyaç duyulan suyu telafi etmek için, kalkar kalkmaz 2 bardak su içmek hem su ihtiyacını karşılar hem de sindirim için faydalı bir güne başlangıç yapar.



Tuz



Tuz ihtiyacını karşılamadan alınan aşırı miktardaki su ise zararlı olabilir. Örneğin sporcular, antrenman esnasında çok fazla su ve tuz kaybeder ama sadece kana kana içerek su ihtiyacını karşılar. Tuz, astım ve alerjisi olanlar başta olmak üzere bütün canlılar için gerekli bir besindir. Eskiden o kadar değerliymiş ki, otacılar tarafından ağırlınca altınla takas edilirmiş. Tuz yıllarca bilgisiz doktorlar ve medya tarafından bilip bilmeden kötülenip durdu. İyotlu iyotsuz, şusu alınmış busu konulmuş tuzlar piyasada dolaştı durdu. Tuzlar hücre içi sıvı dengesini sağlar. Zehirli atık maddeleri temizler ve hücrelerden atılmasını sağlar. Tuz suyun bir kısmını da hücre dışında tutarak hücre dışı su miktarını dengeler. Böylece hem içerde hem dışarda denge sağlanmış olur. Tercih edilmesi gerek en doğru tuz rafine edilmemiş deniz tuzudur. Tuz vücutta stresi azaltan bir maddedir. Bir iki bardak su içtikten sonra dilinizin üzerine tuz koyun. Sizi zehirlemeden solunumunuzu kolaylaştırır. Astım hastlaarı bu şekilde tedavi edilir. Böbreklerdeki asiti temizleyen ve idrar yoluyla bunu atan yine tuzdur. Oksijen kanser hücrelerini öldürür, çünkü kanser hücreleri oksijensiz ortamda yetişir. Yeterince su alırsak, tuz kan hacmini artırır ve her yere yeteri kadar ulaşmasını sağlar. Dolayısıyla daha fazla oksijen alan hücreler kanserden de temizlenmeye başlar. Tuz kan basıncını yükseltmez, aksine suyla birlikte tansiyonu düzenler. Tuz almadan su içerseniz, su damarları dolduracak kadar dolaşımda kalmaz. Bu bazen bilinç kaybına yol açabilir. Bir iki bardak suyun ardından dile konan tuz çarpıntıyı giderir ve kan basıncını düşürür.



Şeker hastaları için de çok önemlidir. Kan şekerinin dengelenmesine yardımcı olur ve insüline olan ihtiaycı azaltır. İletkenliği artırmak için okullarda deney yaparken tuz kullanıldığını biliriz. Vücutta da tuz, sinirlerin iletişim gücünü artırır. Besinlerin bağırsaklardan emilimi için gereklidir. Geçmek bilmeyen kuru öksürüğü olanlar dil üzerine konan tuz ile bundan kurtulabilir.  Tuz, kas kramplarını tedavi eder. Ağızda aşırı tükürük salgısı tuz eksikliğine işarettir. Kemiklerin sağlamlığı için de tuz gereklidir.



Marketlerde satılan sofra tuzlarına toz halinde kalabilmeleri için alümünyum silikat katılır ve yararlı pek çok mineralden mahrum bırakılır. Alüminyum sinir sistemi için tehlikeli bir toksik maddedir. Bu yüzden rafine edilmemiş deniz tuzu yada Himalaya tuzu kullanmak daha faydalıdır.



Sporcular spordan önce tuz alarak akciğer kapasitelerini artırabilir. Aşırı terlemeye de engel olmuş olurlar. Meyve sularına hafif tuz eklemek faydalıdır. Zira potasyumun fazlası zararlıdır. Tuz iç ve dış hücre sıvı dengesini düzenler ve sodyum ve potasyum alımını dengeler.



Dikkat edilmesi gereken suyu da tuzu da kararında tüketmektir. Fazla alınan tuz kiloya sebep olabilir. İnsan yaşlandıkça mide daha az asit üretmeye başlar ve et gibi ürünleri sindirmede zorluk çekilir. Yemekte yenilen turşu, yada sirkeli ekşi salata ile eskilerimiz buna nispeten çare bulmuşlar.  Sindirim güçlüğü çekenler sofralarından limon, sirke ve turşuyu eksik etmesinler.



Tuz vücutta iletken vazifesi görür. Vücudunuzda tuz miktarı az ise tansiyon problemi yaşarsınız. Yüksek tansiyonda ise tuz fazlası vardır ve tuzun içindeki cam yapı damarları tahrip etme konusunda tehlike arz eder. İç kanamayı önlemek amacıyla damarların etrafını kolestrol sarar. Yüksek tansiyon sonucu kolestrol damarları sardığı için damarlar daralır ve kan akışı anormalleşir. Ve sanılanın aksine yüksek kolestrolden değil de kolestrol azlığından ölümler yaşanır. Çünkü yeteri kadar damarları saramamış demektir. Normal bir insanın en az 250 kolestrol seviyesinde olması beklenir.



Nasıl Su İçmeliyiz?



Çinliler “Suyu yer gibi için” der. Yani bizim kana kana su içmenin tam aksi. Suyu yada sıvı içecekleri ağızda bir miktar bekletip öyle yutmak daha sağlıklıdır. Üstelik tükürük bezleri ile kana daha çabuk karışacağı için daha da çok fayda sağlar. Acıktığınız zaman buna dur diyebiirsiniz, hatta dur demelisiniz de, ama susadığınız her an su içmek durumundasınız. Yemeklerde su içilmemesi tavsiye edilir, bu doğrudur. Ama yemek esnasında bile susarsanız buyrun için. Su küçüğün söz büyüğün.



Susamak dışında kaidelere uyacak olursak eğer, suyu yemeklerden yarım saat kadar önce

içmekte fayda var. Yemek esnasında herhangi bir sıvı alınmamalı ve yemekten sonra 1 saat kadar beklenmelidir. Yemek esnasında alınan su midenin asit baz dengesini şaşırtacağı için sindirim problemine neden olablir. Sabah kalkar kalkmaz içiilen 1 bardak ılık su güne iyi başlamanızı sağlar. Organları uyandırır, sindirimi kolaylaştırır. Yatmadan önce içilecek 1 bardak su ise rahat uyumanızı sağlar, uyku esnasında yaşanacak kalp krizi riskini önler.




Vücudumuzda dolaşan Çi’nin soğukla pek arası yoktur. O yüzden hem besinleri hem de sıvıları

soğuk tüketmekten kaçının. Sıvıları oda sıcaklığında tüketmeye özen gösterin. Her susadığınızda

beklemeden su için dedik ama su içmek için illa da susamayı beklemeyin. Zira susamadığına inanıp ve bunu maharet sanıp hiç su içmeden yaşayan insanlar tanıyorum.




Suyu oturarak için! Zira ayakta içilen su, mide yerine doğrudan bağırsaklara gider.



Yanınıza çalışırken, kitap okurken, birşeyler seyrederken bir miktar su koyun ve onu belli aralıklarda içerek bitirmeyi hedefleyin. Bir süre sonra su içme alışkanlığınız oturacak ve su içmeyi ister hale geleceksiniz. Hatta sağlığınız, görüntünüz, enerjiniz değişeceği için bunu daha bir mutlulukla yapacaksınız. Unutmayın, günde tüketmeniz gereken minimum su miktarı 2 litre. Kimisi buna 8 bardak der. Bardak boyutları birbirine karışır. Hasta iken tüketmeniz gereken su miktarı daha da fazladır. Bunu 3 litreye kadar çıkarabilirsiniz. Çünkü hastalıklar doğrudan vücuttaki su kaybından olmasa bile, vücutta su kaybına yol açar. Çok terlersiniz yada çok tuvalete gidersiniz.



“Terli terli su içme der” büyüklerimiz. Terlemek vücuttaki su kaybına işarettir ve vücut bas bas “su istiyorum!” diye bağırır ve su içmek gerekir. Ancak vücut ısındığı için soğuk içmek sakıncalıdır. Bu hem organlarımıza hem de damarlarımıza zarar verebilir. Ve elbette bizi hasta edebilir. Terliyken su için, hem de bol bol ama yavaş yavaş, ve fakat soğuk su değil. Su içerken anneannem “otur da insan gibi iç” derdi . Besinleri de, sıvıları da tüketirken oturarak yemek içmek daha sağlıklıdır.



Peki ya sıcak su? Suyun kaynar olanı da sakıncalıdır. Sıcağa yakın ılıklıktaki su yudum yudum içilirse çok faydalıdır. Özellikle sabahları aç karnına içine biraz da limon konularak içilen su, mideyi rahatlatır, sindirimi kolaylaştırır, vücut ısısını dengeler. Çocukların içtiği paşa çayı kıvamındaki sıcaklık en idealidir. Çin’de çay ikram edecekleri zaman “sıcak su mu, çay mı?” diye sordular. Önce “demleme çay istemiyorsan sıcak su vereyim içine kahve yada sarkıtma çay koy” gibi birşey algıladım ama gerçekten de sıcak su getirdiklerine şahit oldum. Çok soğuk havalarda, donduğumuz zamanlar da hemen çok sıcak şeyler içmek terli su içmek gibi sakıncalıdır. Zira, soğuktan büzüşen kan damarlarınızı bir anda sıcak ile genleştirmeye çalışmak tehlikeli tahribatlara yol açabilir. Çi’nin vücutta kolaylıkla dolaşabilmesi için besinleri de sıvları da ılık tüketin.




Evlerin vazgeçilmezi haline gelen su damacanalarından mümkün olduğunca uzak durun. Bunların yerini kaliteli su arıtma cihazlarının almasını sağlayın. Damacanalar ucuz gibi görünür ama kalabalık ailelerde çok fazla tüketlir. Senelik maliyetini hesaplarsanız belki de sizin için en uygun olanı su arıtma cihazı almak olacaktır. Bu cihazların bazıları sadece kireç çözer, bazıları da hem PH değerlerini hem de alkali baz değerlerini dengede tutar. Damacanalar plastikten yapılmıştır. Bunlar uzun süre depolarda stoklanır. Bekleyen su tüm özelliğini yitirdiği gibi, durduğu yerde zehirlenmeye başlar. Üstelik bir dizi işlemden geçtiği için de tamamen niteliksiz, hiç bir besin değeri olmayan bir şey haline gelir. Halbuki suyun kalsiyum gibi besin değerleri olması gerekir, özellikle de çocuklar için. Bekletilen plastik de suya karışmaya başlar. Eskiden cam şaşal şişeler vardı. Cam sağlıktır, suları camda saklamak en doğrusudur. Damacana kaçınılmaz ise en azından evde cam kapların içine doldurun, evinizde bari plastik içinde beklemesin. Geri dönüşüm elbet güzel birşey. Ama damacanaların altında gördüğünüz


geri dönüşüm işaretinde 3 veya 7 rakamı varsa bu tehlike arzeder. Vücuda iki kat daha fazla zarar veren “biesphenol A” (BPA) denen bir kimyasal maddenin yüksek olduğuna işarettir ve bu kalp, şeker ve kolestrerol için tehlikeli bir maddedir.




Ben İzmir’liyim. Eskiden belediyeler halka kaynak suyu dağıtırdı. Sonra bu sağlıklı olmadığı söylenerek kaldırıldı ve halka damacana alınması tavsiye edildi. Bu elbette damacana su satanların ceplerini doldurmaya yaradı. Halbuki en modern şehirlerden Roma’da hala halka eski usul kaliteli kaynak suyu dağıtılıyor. İş bu noktaya gelince, bu saatten sonra belediyelerin çeşmelerimizden akan suyun kalitesini artırıp içilebilir hale getirmesini beklemek abesle iştigal oluyor.



Herkes dikkat ediyorum suların PH değerlerine bakıyor. PH değeri ne kadar yüksekse o kadar

iyidir diye bir mantık türemiş. Halbuki suyun içinde varolan o kadar madde listelenirken, florürden bahseden yok. Ve bu madde sulara zorunlu olarak ekleniyor. Florür insan için zararlı bir madde. Hatta diş macunlarının evlerimizde var olan tehlikeler olduğunu söylesem benden iyice nefret edeceksiniz. (üzülmeyin florürsüz organik diş macunları yada misvaklar bulmak mümkün)


------------------------




İstanbul’da satılan 19 litrelik damacana sularının laboratuarda inceleme sonuçları ortaya inanılmaz bir tablo çıkardı.



55 tanınmış firmanın sularından sadece 14’ü temiz çıktı. 41 suda başta ‘koliform’ (dışkı yoluyla bulaşan) bakteriler olmak üzere insan sağlığına zararlı maddeler bulundu.

A haber’de Mehmet Ali Önel’in sunduğu ‘Deşifre’ programında konuşan laboratuar yetkilisi Can Demir, “Bandrollü 55 damacana, 11 ayrı laboratuara götürüldü. Burada tahlil edildi. 14’ü uygun çıktı, 41’i sağlığa zararlı” dedi.
http://www.focushaber.com/damacana-sulari-kirli-cikti-h-155944.html 




--------------------------






Su sağlıktır. Su için!

Bumerang Etkisi

Geleneksel batı tıbbı hastalık teorileri üzerine organize olur. Yani onlara göre bir insanın hasta olma sebebi, o hastalığın kendisidir. Bu modele göre de her hastalık bağımsız ve kendi başına buyruk bir şekilde varolur. Onlara göre hastalığa yakalanan insanın yada çevrenin bir önemi yoktur. Odaklanılması gereken sadece hastalık vardır. Dolayısıyla hasta değil hastalık tedavi edilir. Üretilen ilaçların çoğu da hiperkatif duruma geçen hücrelere kılıf giydirerek, onları fonksiyonlarını yerine getiremez hale getirip pasifize etmeyi amaçlar. Bu ilaçların yan etkileri çok fazladır. Hatta ölümcül sonuçları olanlar bile bulunur. Harward tarafıdan yapılan bir araştırmaya göre her yıl hastanede doktorları yüzünden 180bin Amerikalı hayatını kaybediyor. Bunların çoğu doktorların hastadan çok hastalığa odaklanıp ona göre ilaç yazmasından kaynaklanıyor.



Alternatif tıp denen doğu tıbbına gelince... Burda bir dur demek istiyorum. Bir tarafta 5000 senelik geçmişi olan, kanıtlanmış ve denenmiş, ve hala da başarıyla uygulanmakta olan, örnekleri belgelenmiş tedavi yöntemi var. Bir tarafta da 100, en fazla 150 yıllık geçmişi olan batı tıbbı var. Ama haritanın sağında kalan kısma alternatif deniliyor. Ben buna çok gülüyorum. Yazıya yine batının anlayacağı dilden devam edeyim. Alternatif denen doğu tıbbı, batının "bir ölçü tüm bedenlere uyar" mantığının tersine hareket eder. Alternatif tedavi yöntemi, onları batı tıbbından ayıran karakteristik bir özelliğe sahiptir. Hastalığa kişinin kendi hayatında yaşadığı şahsına münasır dinamik bir olay, denge ve ilişki problemi, hasta ile çevresi arasındaki uyumsuzluk olarak yaklaşır. Hastalığı anlamaya yönelik bu yaklaşıma biyografik yaklaşım denir.



Hastalığa biyografik açıdan baktığımızda, "hastalık" kendi başına hiç bir bağımsız gerçekliğe sahip değildir. Şifa verenin görevi, hastalığı teşhis edip hastalığın mevcudiyetine mudehale etmek değil, her bir özel durumda hasta ile çevresi arasında uyumsuzluğu belirlemek ve böylece bunları düzeltebilmektir. Bu uyumsuzluklar her kültürde değişik şekilde tanımlanabilir. Buna kimisi mucize der, kimisi doğadan yada evrenden gelen bir şifa der. Ancak ne denirse densin odaklanılan hastalık değil, her zaman hastanın kendisi ve hastalığa neden olan etkenlerdir.



Entegre tıp ise hastalığa biyografik açıdan yaklaşır ve aynı zamanda da modern bilime ait devasal veri tabanını kullanır ve bu şekilde çok çeşitlilik gösteren kişiye özgü bu uyumsuzlukları tanımlama imkanı tanır.

Bu uyumsuzluklar daha çok beslenmeyle, çevreyle ve sosyal durumla alakalıdır. Kanserin genetik olduğunu batı tıbbı bas bas bağarsa da, genetik olan hastalıklar değil davranış biçimleridir. Örneğin kanser olan ikizlerden birini daha uygun bir ortamda büyütürseniz, diğerine göre yaşama şansının artacağını ve iyileşeceğini gözlemlersiniz. Dolayısıyla çocukların biyolojik ailesi değil, beraber büyüdüğü ailesi etken olandır. Entegre tıp sağlığınızı geliştirmek için 4 şeyi geliştirmenizi ister: kişisel ilişkiler, beslenme, çevre ve doğuştan gelen kendi kendinize şifa verme ve iyileştirme mekanizmanız.



Batı tıbbına göre sağlık demek ağrılardan, belirtilerden ve fiziksel yada zihinsel rahatsızlıklardan kurtulmak demektir. Doğu tıbbına göre ise sağlık beden, zihin ve ruh arasında tam  bir uyum sağlamaktır. Batı tıbbında sağlıksız olmak, bir neden ve belirtiden dolayı bedensel yapıda oluşan bir kusurdur. Doğu tıbbına göre ise bu vücudumuzda dolaşan doğal enerjinin (çi) dengesini kaybetmesidir. Batı tıbbına göre belirtiler hastalığın işaretidir ve hemen yok edilmesi gerekir. Doğu tıbbına göre ise belirtiler hastalığı iyileştirmek için vücudun gösterdiği çabadır. Batıya göre hastalığın nedeni vücuda dışardan etki eden hastalıklı bir şeydir. Doğuya göre Çi enerjisini uyumsuz hale getiren her hangi bir harekettir. Batı tıbbı sağlıklı yaşamayı empoze etmekten çok tedavi etmeye odaklanır. Doğuya göre kişinin görevi hastalığı önlemek için sağlıklı ve uyum içinde bir yaşam sürmektir. Batıda doktorlar araba tamircisi gibi çalışır. Gelen hastaya mekanik, bozulmuş, yolda kalmış bir araç gibi yaklaşır. Doğuda doktorun görevi hasta olduklarında onları iyileştirmek yerine onlara yol gösterip sağlıklı kalmaları için asistanlık etmektir. Batıda tedavinin amacı belirtileri ilaçla yok etmek yada ameliyat etmektir. Doğuda ise her şekilde yaşamsal değişiklileri dengeye sokmaktır.  Batı tıbbının yegane gücü yapısal travmalara ve kusurlara,  ve hayati tehlikeleri olan hasatlıklara karşı ilaç ve ameliyatlarla müdahele etmektir. Doğu tıbbının en güçlü özelliği ise kronik denen hastalıkları önlemeye ve anlamaya çalışmak, yaşam tarzını düzenlemek, beden ve zihin dengesini sağlamak ve korumaktır.



Lafı gelmişken "kronik" lafına değinmeden edemeyeceğim. Bu insan icadı bir terimdir. Batıda kronik hastalık demek, hastaya "sen hicbir zaman iyilesemeyeceksin ve ömür boyu verdiğim ilaçlara mahkumsun" demektir. Hastanın iyileşme gibi bir ümidi yoktur, hastalığını kabul eder ve onunla yaşar, onu hep içinde var eder. Bu yüzden hasta olan kişi yaşam standartlarını iyileştirme yoluna da gitmez. İlaçlara teslim olmuş durumda yaşamını sürdürür. Batı tıbbının ve tabiri caizse ilaç mafyasının da kurduğu düzen budur. Bir hastayı 1 ayda iyileştirmek, yada belli bir sürede tamemen iyileştirmek işlerine gelmez. Bunun yerine batı pazarlama taktiği olan "müşteri sadakati"ni yaratıp, onları ilaca bağımlı kılıp sürekli getirisi olan bir gelir kapısı yaratmak en mantıklısıdır.



Nasıl olsa ilaç alıyorum deyip kimse beslenmesine dikkat etmiyor, ruh sağlığın

ı korumuyor, egzersizini yapmıyor, yaşam kalitesini artırmıyor. Örneğin, nasıl olsa hap alıyorum diyen kalp hastası, yağlı yemekler yemeye ve sigara içmeye devam ediyor. Yada iğneye güvenen şeker hastası, baklavaları ve rakıyı götürmeye devam ediyor. Buna "bumerang" etkisi deniyor.



Yaşlı insanların çantalarından çıkardıklarına, yada evlerine gittiğimde mutfak masalarına bakar oldum. Hepsinde de her gün kullanacağı ilaçları düzenli korumaları için özel tasarlanmış bölmeli kartvizitlik gibi ufak kutucuklar var. Bir de bunu şirin tasarlamışlar sormayın. Bir ilacın vakti geçecek diye ödleri kopuyor. Sanki içmezlerse biri onları cezalandıracakmış gibi vaktini hiç kaçırmıyorlar. Yine çok sevdiğim bir abimiz var, şeker ve kalp hastası. Rakısını, pastırmasını, baklavasını sofrasından esirgemez. Ama bunları yemeden önce iğnesini olmayı ihmal etmez, o yüzden de herşeyi yiyebilir. İğne koruyucu güç kalkanı gibi birşey onun için.



Ancak acı olan bir şey var ki, ne kadar doğu tıbbı ve geleneksel Çin tıbbı batıda yaygınlaşmaya başladıysa, bir o kadar Çin'de de batı tıbbı yaygınlaşmaya başladı. Çünkü Amerikanın soğuk savaş ile teknolojiyi Rusyaya sokmasıyla, nasıl koskoca Rusya gençliği dejenere olmaya başladıysa, heryerde McDonaldslar hamburgerler kolalar yer almaya başladıysa, Çindeki açılımlarla da aynı şekilde Çin gençliği batıya özenti duymaya başladı. Kendi uyguladığı geleneksel Çin tıbbı diyet yapmayı, 100 gün belli hareketleri yapmayı gerektirirken, tembelliğe özenti olan Çinliler de bir hapla iyileşip istediğini yemeye devam etmeyi tercih eder oldular. Çinde eğitim aldığım ve bir süre evinde kaldığım ustam ilkokula giden çocuğunu gösterip bana şöyle dedi. "Onun iyi eğitim alması icin yabancı dille eğitim veren okula yazdırdım. Şimdi artık çocuğumu tanıyamıyorum. O artık bir Çinli değil".



Mesela safra kesesinde taş olan birkaç kisiye yardım ettim ve iyileştiler. Ama pek çoğu da bu yardımı reddetti. Çünkü 10 günlük bir diyet, akşamları uygulanması gereken takviyeler ve belli hareketler içeriyordu. 10 günlerini buna ayırmaya üşenip, yediklerinden fedakarlık edemedikleri için (belki de tipime bakanda yeteri kadar güven uyandıramadığım için) ameliyat masasına yattılar ve safra keselerini aldırdılar. Onlara kızamam, herkes seçimlerinde özgürdür. O yüzden şifayı sadece onu talep edene vermek gerekir. Israrcı da olmamak gerekiyor. Şifa verme yetisi size "Şindlerin Listesi" sorumluluğunu yüklemesin. Hayat denge üzerine kurulu unutmayın.



Başta insanların sebepsiz yere ameliyat masasına yatmalarına çok içerlemiştim. "Safra kesesi ameliyatı olana bademcik ameliyatı bedava", "bademcik ameliyatı olanın bir yakınını da aynı anda ameliyata bedava alıyoruz" gibi kampanyalar veren hastaneler birer ticarethaneye dönüşmüş durumda. "Nasıl olsa sigorta ödüyor, tasalancak bir şeyiniz yok" deyip insanları gereksiz yere ameliyat eden bir dolu yemin etmiş doktor ve hastane var. Ama bunu kabul eden insanlar dediğim gibi seçimlerinde özgür olan insanlar, hatta alternatifi sunulmasına ragmen. Bu yüzden kendimi bazen doğada belgesel çeken kameramanlar gibi hissetmeye başladım. Onlara da önceleri kızardım. Yok doğanın dengesini bozmamak için karışmıyorlarmış falan filan diye. Sonra baktım herkes aslında bi kameraman hayatta. Yardım edebildiğine edebiliyorsun ama seyirci kaldığın ve kabüllenmek durumunda kaldığın durumlar da oluyor.